Karadeniz’i
dolaştık. Ruhumuz yeşerdi.
Kısa yazı. Gezinin
özeti: Vakti olmayan sadece burayı okusun, neler yaptığımızı anlar.
Gürcistan’da
bir yaylada öğle yemeği için mola verdik. Issızlığın ortasında birkaç ev.
Dillerini bilmediğimiz ama aynı içtenlikle bizi rahat ettirmeye çalışan
köylüler. Huzur. Yanımıza tozlu bir motosiklet yanaştı. St Petersburg’dan bu
yana motor süren bir Rus çift. Konuştuk. Bir ara hangi köyde olduğumuzu
bilmediğimi fark ettim. Sordum: Burası neresi? Omuz silkerek cevap verdi: Ne
fark eder?
10
gün boyunca Karadeniz’i, koyu yeşil yaylaları, bulut okyanuslarını, dev
ağaçlarıyla ıssız orman yollarını, delidolu şelaleleri, renkli nineleri,
belinde silahı laz amcaları, ayı hikâyelerini, Karadeniz türkülerini dolanıp
durduk. Sonra Gürcistan’a geçtik, aynı coğrafyaya ama bambaşka bir hayata.
Tozlu,
sisli, lezzetli, yeşil bir yolculuk yaptık, harika yol arkadaşlarıyla. Güneşten
piştik, buz gibi şelalelerde yüzdük, kahkahalarla güldük, ayaklarımızın altında
sis bulutlarının ardında batan güneşin karşısında dilimiz tutuldu. Sayısız
yayla, dere, köprü, orman, köy gördük. Trabzon’da, Rize’de, Artvin’de Batum’da
dolaşmış olabiliriz.
Ne
fark eder.
Birlikteydik,
hayattan ve yoldan zevk alıyorduk. Mutluyduk.
Uzun yazı.
Karadeniz güncesi: Sadece yol arkadaşları okusun. Bir de ilerde yol arkadaşı
olmak isteyenler.
15 Ağustos Cuma.
Çayeli-Başköy-Çat
Trabzon,
Ayasofya kilisesinin bahçesinde tüm ekip bir araya geldik.
Gezi
resmen o gün başladı. Aslında biz günler öncesinden, İstanbul’dan yola
çıktığımız andan itibaren gezideydik. Fazladan bir İğne burunda yunuslar
eşliğinde güneşi batırmaca, denizin üstünde tembel bir çay keyfi, Hamsilos
koyunda orman yeşili bir deniz ekledik anılarımıza.
Bir
de, Karadeniz’lilerin diyarına geldiğimiz belli olsun diye tuhaf bir konaklama
hikâyesi. Dağın sivrisinde ama adı Düzköy olan bir köyde, bir konukevinin “kral
dairesinde”, ranzada geceleme.
Konvoyu
oluşturduktan az sonra acıktık. Çayeli ve Hüsrev’in meşhur kurufasulyesinde
durduk. Oradan kıvrıla kıvrıla yaylalara sarmaya başladık. Birden önümüze yolu
yanlamasına kesen bir kamyon çıktı. Oduncular. Kamyon bir tekeri uçuruma düşmüş
bir tekeri dağa yaslanmış, ne öne ne arkaya kıpırdayabiliyor. Ama oduncular
hevesle, inatla bin tonluk bir kütüğü uçurumdan yukarı çekmeye çalışıyorlar.
Yahu tut ki çektiniz, sonra ne yapacaksınız dedik. E siz geldiniz ya, yardım
edersiniz, dediler kocaman bir gülümseme ile. Öyle de oldu.
Orada
geçen saatlerde doğru yol arkadaşları ile beraber olduğumuzu bir kez daha
anladım. Kimse bu beklenmeyen aksilik için söylenmedi, surat asmadı, an’ın
keyfini yaşadı.
Ben
kamyonu aşıp yoldan yukarı yürümeye niyetlendiğimde öteki tarafta aynı
tevekkülle bekleyen bir kamyon, bir minibüs, bir de tatlı laz teyze buldum.
Yürüyeceğimi söyleyince, Hele yalnız yürüme sakın, yanına bir kişi daha alasın,
dedi. Ne tehlike var ki diye sorunca güldü, Tehlikeden değil uşağum,
sıkılmayasun diye.
Gece
sağanak yağmur altında Çat yaylasına ve konukevine vardık.
16 Ağustos
Cumartesi.
Çat-Elevit-Trovit-Amlakit-Çamlıhemşin-Komati
Fırtına
vadisinin yeşil yaylaları.
Kan
ter içinde bizim kalabalık gruba kahvaltı yetiştirmeye çabalayan kızlara az
sonra hızır gibi bir adam yetişti. Ona buna emir verip siparişleri düzenledi,
karışıklıkları toparladı, sonra bizim masaya çöktü. Karşılıklı hoşbeşten sonra,
sizin mi bu yayla evi diye sordum. Yoo dedi, ben de müşteriyim burada.
Gündüz
gördük ki tatlı bir çayın köşesinde yemyeşil bir yerde durmuşuz. Fırtına
vadisindeyiz. Köprünün üstünde ayaklarımı çaya sallandırarak içtim keyif
çayımı. Sonra tırmandık. Tırmandık. Yeşil gerimizde kaldı. 2.600 metreye ve
dağlara ulaştık. Buraya daha yaz gelmemişti. Mevsim sonsuz bir ilkbahardı, rengarenk
çiçekler solup kurumamıştı ve hava sis kokuyordu.
Elevit,
Trovit, Palovit, Samistal yaylaları. Milyonlarca yıl önce akan deli nehirlerin
izlerini taşıyan, ama çoktan huzura kavuşmuş, olgunlaşmış, durulmuş, yemyeşil, yayvan
vadiler. Vadilerin arasına serpiştirilmiş dağ köyleri. Amlakit köyünde çay
molası verdik. Kekik çayı istediğim çalı kaşlı bol sakallı çaycı amca, aksi
aksi, sadece sen mi içeceksin diye sordu. Kafamı sallayınca kaynar suyun içine
kavanozda azıcık kalmış son kekiğinden bir dal koyuverdi. Mis.
Köy
yolunun bir ucunda üzerinde PTT yazan tahta bir kutu gördük, bu ne diye sorduk,
haberleşme noktasıymış. Cep telefonları sadece o noktada çekiyormuş.
Hani
şu köprü üzerinde karşılaşan ve birbirine yol vermeyen iki keçinin hikâyesini
bilirsiniz. Sadece tek bir aracın geçebileceği sarp dağ yollarında bu hikâyenin
laz versiyonunu gördük. Virajın iki yanında minibüs, ikisi de durmuş, ikisi de
birbirine yol veriyor ve de kimse hareket etmiyor.
Akşam
Komati yaylasındayız. Yol boyunca dinlediğimiz ayı hikâyeleri etkisini
gösterdi. Sadece 3 kişi kamp kurdu. Hava kararırken yürüyüşe çıktık dere
kenarında, güleç yüzlü bir adam, nereye gidersiniz da, diye durdurdu bizi. Dolaşıyoruz
dedik. Orada görecek bir şey yok, dedi, az öteye bizim eve gelin, çay yapıvereyim
size.
Gece
fırsattan istifade felekten bir KIZOFF gecesi çaldık.
17 Ağustos Pazar.
Arhavi – Derecik – Boyuncuk – Başköy – Murgul – Borçka - Maçahel
Bulut okyanusu
üzerinde güneşi batırdık
Sabah
tüm yaylada çiğdemler açmıştı. Yayla halkı mevsimleri çiğdemlere göre izlermiş.
Çiğdemler açınca yaylaya çıkılır, kaybolunca aşağılara, köye geri dönülürmüş.
Kahvaltı
Çamlıhemşin’de Filiz hanımın yerinde. Geleceğimizi 1 saat önce haber verdik
diye panik çıkmış, ama yine de muhteşem bir Karadeniz kahvaltısı hazırlamış.
Tam çıkarken soğan doğrayan kızlardan birinin gözlerinin yaşardığını gördüm, aman
ağlamayın bu kadar bir soğan için diye şaka yapacak oldum, kızcağız birden tezgâhın
altına saklanıp hüngür hüngür ağlamaya başladı. Filiz hanım yetişti. Sorun yok,
stresten sinirleri bozulmuş kızcağızın.
Yine
yola koyulduk. Mençuna şelaleleri ve Çifteköprülere doğru. İncecik zarif iki
kemer Çifteköprüler. Tek bir köprü ile geçilebilecek dereyi iki köprü ile aşmak
ya mimarın laz diyarının havasından suyundan etkilendiğini ya da incecik bir
zevki olduğunu gösteriyor. Ama halk arasındaki bir inanışa göre köprülerin
birinden geçip ikincisinden geçmemek uğursuzluk getirirmiş.
Artvin
Murgul’a kadar uzun ve güzel bir off-road yolundan geldik, yollarda HES
felaketini izledik. Deli akan özgür dereleri borulara tıkmışlar, şelaleler
dağlardan borular içinde hapsolmuş akıyor, dağlar oyulup kayalar sökülmüş, dere
yatakları kaya doldurulmuş, kalan cılız sular kahverengi takatsiz akıyor.
Borçka’da
laz havası zirve yaptı. 6 katlı bir inşaat, kolonlar üzerinde, duvarlar
örülmemiş. Sadece 6. katında full bir ev, balkonu, panjurları, kiremitleri,
sardunyaları, boyası hepsi tamam.
Güneşi
dağlarda sis denizinin üstünden batırdık. Bulutlar akışkan, ağır çekim bir
nehir gibi sakince ilerleyerek, vadileri doldurup, en yüksek ağaçların
tepelerini yalayarak geldiler. Süt beyaz dalgalarıyla bir bulut okyanusu yavaş
yavaş ayaklarımızın altında yoğunlaştı. Sonra güneş tüm bulutları şeker pembesi
ve ateş kırmızısı renginde yakarak bu okyanusun üzerinden battı.
Geceye
doğru Maral yaylasına vardık. Yol çalışmaları, yollar iptal olmuş, bizim için
bile. Karanlıkta el yordamıyla Maral konukevine ulaştık.
18 Ağustos
Pazartesi. Maçahel – Lekoban - Şavşat
Şelale kedisi ve
şelale jakuzisi
Sabah
Maral şelalesi. Türkiye’nin en yüksek sudüşeni. Şelale yolunda bizi portakal
rengi, misafirperver bir şelale kedisi karşıladı. Bir süre bize eşlik etti,
fotoğraf çektirdi, sonra sıkıldı. Biz aşağı, şelalenin kalbine doğru inmeye
devam ettik. Bir de ne görelim, grubumuzun çılgın delikanlıları kendilerini
şelalenin kristal sularına atmışlar bile. Şöyle bir uzandım parmaklarımın ucunu
ıslatayım diye. Zinhar girmek niyetinde değildim. Sırt çantamı ve cep
telefonumu geride bırakmam ve ayakkabılarımı zaten çıkartmış olmam tamamen
tesadüf. Kibar kibar ayaklarımın ucunu soktum şelale havuzuna, niyetimi tamamen
yanlış anlayan şelale ahalisi sırf yardım maksadı ile beni şelalenin içine
itiverdi. Arkadan sevgili eşim ve arkadaşlarım, sırf beni kurtarmak maksadı ile
cansiperane giysileri ile şelaleye daldılar. Herkes birbirini kurtarana kadar
bir yarım saat yüzdük.
Islak
giysilerle tırmanmaya değdi.
Bunca
zamandır yollardaydık, hiç kimse sorun yaşamamıştı. Sorunsuz off-road gezisi, olacak
şey değil. Bu gezinin off-road repertuarımızda kara bir utanç lekesi olarak yer
almasını hiç istemiyorduk. Neyse araçlarda ufak tefek aksilikler yaşamaya
başlayınca kendimize geldik. Şimdi çözebileceğimiz sorunlar, kaybolacağımız
yollar vardı. Rahatladık.
Dağ
başında, bomboş yayla yollarında, 2000 metre yükseklikte dimdik yokuşu
tırmanırken tepelere doğru çıkan 15-16 yaşlarında 3 şirin kızla karşılaştık.
Nereye gidersiniz kızlar dedik, hiiiç dolaşıyoruz dediler gülerek,
Harala
gürede gittiğimiz onca yoldan sonra Çuripira yaylasında yayıldık. Mangallar
çıktı, masalar, sandalyeler açıldı. Kahve keyfi bile yaptık. Dolaşırken 80
yaşında bir laz dede ile tanıştık. Elindeki ufak baltayı sorduk önce, ayılar
içinmiş. Arka cebine şöyle bir vurdu, silah başka tabii dedi ama baltasız
çıkmam. Tüm Karadeniz’i boydan boya geçecek “Yeşil Yol”dan konuştuk. Yeşilmiş,
dedi öfkeyle. Ormanı kesecekler boydan boya, ne yayla kalacak ne bir şey. Bir
de ipini koparan gelecek, tadı tuzu kalmaz buraların diye homurdandı. Derken
başka bir dayı geldi, Lazca bir şeyler söyledi dedeye, ona da kızdı bizim dede.
Sadece Türkçe konuşabilen misafirler varken benim Lazca konuşmam yakışık almaz,
ayıp dedi. Seviyorum bu insanları napayım.
Akşam
yemyeşil Şavşat’a ve bungalovlarımıza vardık. Hemen zenginler, fakirler ve
sosyete olarak yerlerimizi belirledik. Sosyete bungalovlarda kaldı, zenginler
araç üstü çadırlarda biz fakirler de normal yer çadırlarında. Ama aslında biz
çadır ahalisi göründüğümüzden zengindik. Çünkü parasını ödediğimiz ama
kalmadığımız odalarımız vardı.
Gece
tüm Samanyolu bizimleydi. Gecenin bir vakti turuncu bir ay yükseldi. Sonra
yıldız yağmuru. Dilek diledik.
19 Ağustos Salı.
Şavşat-Posof-Borjomi
Birkaç yüz
metrede farklı iklim, farklı estetik, farklı tatlar ve farklı insanlarla
karşılaştık.
Ardahan’a
girdiğimizde Rus etkisi ile karşılaşmaya başladık. Taş binalar, kesme taştan
Rus havalı Şehir kulübü. 2550 metrede Ilgar geçidinden geçtiğimizde ise aynı
zamanda bir boyut kapısından geçtik sanki. O yemyeşil serin ormanları mavi
dağları ile Karadeniz bir anda silindi, çorak sarı düzlükler, tek tük kuru
ağaçlar belirdi önümüzde. Posof’ta son bir çay içtik ve Gürcistan macerası için
güç topladık.
Türkgözü
kapısından Gürcistan’a girdik. Sınır kapısına son 100 metrede yol, sağlı sollu
yüzlerce ilaç kutusuyla kaplı. Gürcistan’a ilaç sokmak yasak. Hastaneden alınan
raporun ve reçetenin ve de raporu veren doktorun doktorluk belgesinin noter
onaylı tercümesini istiyorlar her bir ilaç için. Üstünde ilaç bulundurmakla
uyuşturucu bulundurmak aynı cezaya tabii.
Gürcistan
boyunca Rus döneminden kalma eski, ağır güzel taş yapılar ve Sovyet rejiminin
8-10 katlı teneke pejmürde gecekondu siteleri arasında ilerliyoruz. Yüzler
gülmüyor. Birçok yerde önüne bir gazete kâğıdı üzerine satmak için birkaç
yumurta ya da eski püskü eşyalar dizmiş, ama satabileceğine aklı kesmemiş gibi
gelene geçene bile aldırmayan, eli çenesinde uzaklara dalmış umutsuz insanlarla
karşılaştım. Genelde Türkleri sevmedikleri, hor gördükleri söyleniyor. Türkler
oraya ya kadın ya kumar için geliyorlarmış. Bize uzaylı gibi bakıyorlar. Kumar
oynama niyeti göstermeyen, kadınlarını yanlarında getirmiş, tepeleme yüklü
tozlu araçlar içinde bir dolu Türk.
Akşam
Borjomi’de ayrı otellere dağıldık. Bizim booking.com’dan rezervasyon
yaptırdığımız 3 yıldızlı otel şöyle bir şey çıktı: Hani teyze ve amca kasabanın
kıyısında tavuklarıyla, sebze bahçesiyle kendi yağında kavrulurken, uzak
akrabalar 20 kişi olarak habersiz yatıya misafirliğe gelirler. Teyze de naapsın
elindeki battaniye, çarşaf ve yatakları denkleştirip herkesi yatırıp rahat
ettirmeye çalışır.
Otele
yerleştikten sonra kışın bir kayak merkezi olan, yazın da sayfiye yeri tadında
canlanan Borjomi’yi keşfe çıktık. Kısa sürede şehrin tek bir ana caddesinin
olduğu ortaya çıktı, ekibin diğerleriyle de aynı cadde üzerinde karşılaştık.
Hepimizi birden alacak bir kafe arayışımız hüsranla sonuçlandı. Oradan oraya
savrulduktan sonra bir kadeh şarap ve votka içebileceğimiz bir yere ulaştık. 10
adet votka-redbull siparişi, 10 redbull ve 10 şişe votka olarak gelince
buradaki içki içme alışkanlıkları hakkında en kısa yoldan fikir sahibi olduk.
Güzel
şaraplar, güzel sohbetler ve çakırkeyif güzel bir gece ile selam dedik
Gürcistan’a.
20 Ağustos Çarşamba.Borjomi-Batum
Teneke
mahalleleri ve lüks cam gökdelenlerde casino’lar yan yana
Batuma
gidiş yolunda Karadeniz’i yanımızda taşıdık sanki. Aynı yeşil, aynı yaylalar.
Borjovi –Batum ana yolu yer yer toprak köy yolları ya da off-road’a uygun dağ
yolları arasında ilerliyor. Ya Gürcistan halkı bu ünlü kış sporları merkezi ile
anaşehir arasını hiç kullanmıyor ya da ulaşım konusunda ilginç bir espri
anlayışları var. Bizim için gayet
uygundu, keyifle yol aldık.
Batum
ultramodern cam-çelik gökdelenler ve ilk yapıldığı zamandan beri boyanmamış,
tenekelerle kaplanmış duvarları zar zor bir arada duran evlerle yan yana,
kardeş kardeş yaşayan bir şehir. Yeşiline, parklarına, ara sokaklardaki tuğla
eski güzel evlerine diyecek bir şey yok. Gece parklar dev taşlarla satranç
oynayan insanlarla, uzun kumsallar da ellerinde bardaklar mehtaba karşı içki
içip neşeyle gülüşen kalabalıklarla dolu.
Trafik
milli facia. Kanuna göre senden yol isteyen bir araca yol vermemek suç. Trafik
kuralları inanılmaz sıkı. Tüm konvoy yolun solundaki benzinciye girerken, düz
çizgi kuralını ihlal ettiğimiz için araç başı 50’şer lari ceza yedik.
Çay
yapma alışkanlıkları yok ve en zor sipariş çay. Türk kahvesi, dondurma ve çay
siparişimizde tüm istenenler geldikten sonra uzun süre çayı bekledik. İyi
niyetle bize çay demlediklerini düşündük. Tam kalkarken aheste aheste bir
bardak kaynar su ve bir poşet çay getirdi garson. Ya suyu kaynatmak uzun sürdü,
ya da en yakın marketten bir poşet çay almak.
21 Ağustos Perşembe.
Batum – Sarp sınır kapısı
Öğlen
Sarp sınır kapısına doğru yola çıktık. Yolda bir yazı “Türkiye’ye giriyorsunuz.
Bol şans”
Gürcistan’dan
çıkmak girmekten zor oldu. Girişte yanlış damgalar basmışlar. Bazılarımızın
girişi işlenmemiş. Tamamen kendi memurlarının hatalarından kaynaklanan sorunlar
için polis gözetiminde mahsur kaldı arkadaşlarımız. Tüm araçlar ve araç üstü
bagajları da aradılar, ne kaçıracağımızı sanıyorlarsa. Bol şans Türkiye’ye
girmek için değil Gürcistan’dan çıkmak için gerekliymiş meğer.
Sarp
deniz kenarında son öğle yemeğinde toparlandık. Muhlama, balık, mezeler ve rakı
ile kendimize geldik.
Tam
karşıda Karadeniz bize bir inşaatın ön yüzünden veda etti. Daha boya vurulmamış
5 katlı inşaata, tuğla ustası tuğlaları farklı renklerde kullanarak adını
yazmış birkaç de kalp eklemiş. Sana da güle güle Selim.
22 Ağustos Cuma.
Yollar ayrılıyor
Sarp
kasabasından sonra yollar ayrıldı. Biz araçla geldiğimiz için Karadeniz boyunca
devam ettik. Artı hanemize Safranbolu’yu, eski ahşap bir evde konaklamayı,
kanyon yürüyüşünü ve Mencilis mağarasını ilave ettik. Diğerleri horon
teptikleri bir geceyi ve uçağa binene kadar türkülerle eğlenmeyi ilave ettiler.
Bence
fit kalmış sayılabiliriz.
Yazı için Ayşin UYSAL 'a teşekkür ederiz.