Yabancı bir güneşin altında
Hafta sonu bir kaçamak yaptık. Başka bir güneşin altında üç gün
geçirdik.
Seyahat etmenin çekiciliği nerededir herkes bilir. Farklı bir yer,
farklı tatlar, farklı insanlar…
Bu gezide hiç birini bulamadık.
Şaşırtıcı mı? Değil. Çünkü Yunanistan’a gittik konvoy halinde.
Güneş aynı parlıyor, deniz aynı bildiğimiz mavi, incecik kumlarıyla
sahil tam bildiğimiz gibi, evler bildiğimiz sahil kasabalarının evleri,
insanlarsa tasasız sahil insanları. İSOFF’lu dostlarla oturduğumuz sofrada
bildik isimler, cacık, zeytinyağlı dolma, çoban salatası, balıklar…
Ama tam da bir gezinin vermesi gereken duyguyu aldık, gülümseme, huzur
ve mutlulukla döndük eve.
Nasıl oldu bu?
Şöyle anlatayım. Yunanistan hem tanıdık hem de alabildiğine yabancıydı.
Bir paralel evrene adım atmış gibiydik. Her şey hem tam bildiğimiz gibiydi, hem
de detaylar tamamen farklıydı.
Cacık istedik, caciko geldi. Tokuşturduğumuz
kadehlerde sis rengi uzo vardı, rakı değil. Yaprak sarma yedik yemesine, baharatları
tamamen farklıydı. Merhaba diyorduk, kalimara diyorlardı gülümseyerek. Hemen herkes Türkçe konuşuyordu ama hiçbiri Türk
değildi tabii. Aynı oynak müzikler çalıyor, ama sözleri anlayamıyorduk. Yabancı
harfleri çözmeye çalışıyor, tabelada Türkçe “Biz Bize” yazdığını görüyorduk
şaşkınlıkla. Güneşin altında tam tamına bizim insanlara benzeyen gençler kol
kola dolaşıyordu, kimse “yassah kardeşim” demiyordu. Etrafta sokak köpekleri ve
kedileri vardı, ama hepsi tasmalıydı. Ekonomik krizin ortasında civcivli bir
Cumartesi günü ana caddede yürüyorduk ama ekonomik kriz siesta geleneğinden
daha güçlü olmadığı için tüm dükkanlar kapalıydı. Pazar günü çocukları ile
caddede turlayan anne babalar takım elbise, kravat ve tayyör giymişlerdi.
Saçları yapılı, ipek bluzlarında broşları ile büyükanneler torunlarına dondurma
değil ahtapot ısmarlıyorlardı. Kampı kurduğumuz sahilde uçurtma uçuran çocuklar
vardı ama tek bir çöp yoktu. Mahalle aralarında kahvehanelerde yaşlı adamlar
tiril tiril beyaz gömlekleri ve koyu renk takım elbiseleri ile tavla oynuyor,
ya da fal açıyorlardı.
Bir rüyanın kıyısındaydık, hem tanıdık hem bambaşka. Her an tanıdık bir
kokuyu yakalamaya hazır, her an şaşırmaya hazır.
Alexandroupoli’de dolaştık. Komotini’nin yeşil çardaklı parke taşlı ara
sokaklarında türk kahvesi içtik. Makri’de
deniz kenarında ev yapımı şaraplarımızı yudumladık. Vistonida gölünün ortasındaki ufacık bir
adada yer alan ve uzun bir köprüden yürüyerek ulaşılan bir kiliseye, St Nikolas’a,
tam ayin zamanı gittik.Tütsü kokuları ve ilahiler arasında mumlarımızı yaktık
ve evet –gülmeyin sakın- dünya barışını diledik. O ufak adadan yine bir köprüyü
geçerek, üstünde bir şapel inşa edilmiş daha minik bir kayalığa yürüdük. Orada Apostol ile karşılaştık. Şapeli
elleriyle inşa eden 76 yaşındaki adamla. Apostol yıllarca şapeli tamamlamak
için uğraşmış, şimdi de ömrünün kalanını kilisenin ufak tefek tamiratları ve
balıkçılılık arasında bölüştüren mutlu bir adamdı. Hayatın sırrını vermek
istedi bize. 76 yıl yaşadıktan sonra hayatta en önemli şeyin yazılı olanlar
değil hissedilenler ve yaşanan basit şeyler olduğunu öğrendiğini fısıldadı. Günü
alev rengi muhteşem bir güneş batışı ile tamamladık.
Fanari’ye, ufak bir balıkçı kasabasına giderken leylekleri gördük, bilirsiniz
seyahat kehanetinde bulunur leylekler.
Zeus şahidimdir tekrar gideceğiz oralara leylekleri takiben. Hayatın
sırrını bulmaya.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.