24 Mart 2016 Perşembe

Yabancı bir güneşin altında

Hafta sonu bir kaçamak yaptık. Başka bir güneşin altında üç gün geçirdik.

Seyahat etmenin çekiciliği nerededir herkes bilir. Farklı bir yer, farklı tatlar, farklı insanlar…

Bu gezide hiç birini bulamadık.

Şaşırtıcı mı? Değil. Çünkü Yunanistan’a gittik konvoy halinde.

Güneş aynı parlıyor, deniz aynı bildiğimiz mavi, incecik kumlarıyla sahil tam bildiğimiz gibi, evler bildiğimiz sahil kasabalarının evleri, insanlarsa tasasız sahil insanları. İSOFF’lu dostlarla oturduğumuz sofrada bildik isimler, cacık, zeytinyağlı dolma, çoban salatası, balıklar…

Ama tam da bir gezinin vermesi gereken duyguyu aldık, gülümseme, huzur ve mutlulukla döndük eve.

Nasıl oldu bu?

Şöyle anlatayım. Yunanistan hem tanıdık hem de alabildiğine yabancıydı. Bir paralel evrene adım atmış gibiydik. Her şey hem tam bildiğimiz gibiydi, hem de detaylar tamamen farklıydı.

Cacık istedik, caciko geldi.  Tokuşturduğumuz kadehlerde sis rengi uzo vardı, rakı değil. Yaprak sarma yedik yemesine, baharatları tamamen farklıydı. Merhaba diyorduk, kalimara diyorlardı gülümseyerek.  Hemen herkes Türkçe konuşuyordu ama hiçbiri Türk değildi tabii. Aynı oynak müzikler çalıyor, ama sözleri anlayamıyorduk. Yabancı harfleri çözmeye çalışıyor, tabelada Türkçe “Biz Bize” yazdığını görüyorduk şaşkınlıkla. Güneşin altında tam tamına bizim insanlara benzeyen gençler kol kola dolaşıyordu, kimse “yassah kardeşim” demiyordu. Etrafta sokak köpekleri ve kedileri vardı, ama hepsi tasmalıydı. Ekonomik krizin ortasında civcivli bir Cumartesi günü ana caddede yürüyorduk ama ekonomik kriz siesta geleneğinden daha güçlü olmadığı için tüm dükkanlar kapalıydı. Pazar günü çocukları ile caddede turlayan anne babalar takım elbise, kravat ve tayyör giymişlerdi. Saçları yapılı, ipek bluzlarında broşları ile büyükanneler torunlarına dondurma değil ahtapot ısmarlıyorlardı. Kampı kurduğumuz sahilde uçurtma uçuran çocuklar vardı ama tek bir çöp yoktu. Mahalle aralarında kahvehanelerde yaşlı adamlar tiril tiril beyaz gömlekleri ve koyu renk takım elbiseleri ile tavla oynuyor, ya da fal açıyorlardı.

Bir rüyanın kıyısındaydık, hem tanıdık hem bambaşka. Her an tanıdık bir kokuyu yakalamaya hazır, her an şaşırmaya hazır.

Alexandroupoli’de dolaştık. Komotini’nin yeşil çardaklı parke taşlı ara sokaklarında türk kahvesi içtik.  Makri’de deniz kenarında ev yapımı şaraplarımızı yudumladık.  Vistonida gölünün ortasındaki ufacık bir adada yer alan ve uzun bir köprüden yürüyerek ulaşılan bir kiliseye, St Nikolas’a, tam ayin zamanı gittik.Tütsü kokuları ve ilahiler arasında mumlarımızı yaktık ve evet –gülmeyin sakın- dünya barışını diledik. O ufak adadan yine bir köprüyü geçerek, üstünde bir şapel inşa edilmiş daha minik bir kayalığa yürüdük.  Orada Apostol ile karşılaştık. Şapeli elleriyle inşa eden 76 yaşındaki adamla. Apostol yıllarca şapeli tamamlamak için uğraşmış, şimdi de ömrünün kalanını kilisenin ufak tefek tamiratları ve balıkçılılık arasında bölüştüren mutlu bir adamdı. Hayatın sırrını vermek istedi bize. 76 yıl yaşadıktan sonra hayatta en önemli şeyin yazılı olanlar değil hissedilenler ve yaşanan basit şeyler olduğunu öğrendiğini fısıldadı. Günü alev rengi muhteşem bir güneş batışı ile tamamladık.

Fanari’ye, ufak bir balıkçı kasabasına giderken leylekleri gördük, bilirsiniz seyahat kehanetinde bulunur leylekler.


Zeus şahidimdir tekrar gideceğiz oralara leylekleri takiben. Hayatın sırrını bulmaya.

















Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.